25 Şubat 2010 Perşembe
22 Şubat 2010 Pazartesi
gece yaşayanlar
Bazı antropologlara göre işte gece yaşayan bu insanların kökeni, yırtıcı hayvan saldırılarına karşı bütün gece mağaranın ağzında nöbet tutan o cefakar atalarımıza dayanıyor. Diğerleri afedersiniz ossura ossura uyurken bu adamlar klanın güvenliği için canını tehlikeye atarak nice mücadelede sabretooth kaplanı dövmüş, yilan vurmuş ve akrep ezmiştir. Ama yine de yaranamamış olacaklar ki ossura ossura uyuyanların soyundan gelen ebeveynlerinin/ev arkadaşlarının "la kapat artık şu ışığı saat kaç oldu, ne geziniyorsun kımıl kımıl gecenin bir saati, yeter artık tıkır tıkır bu ne yaa!" gibi serzenişlerine göğüs germek zorunda kalmaktadırlar.
Gece yaşayanlar iş hayatına atıldıklarında genlerine işlemiş dürtüleri onların türlü uyku bozukluklarına ve bir çift mosmor göze sahip olmalarına neden olur. Esnerken salyasını toparlayamayan o insanlara iyi bakın; onlar olmasaydı insanlık çoktan gübre olup gitmişti... deyip bağlıyorum bu yazıyı.
Bağladım.
http://fataliyev.blogspot.com/
12 Şubat 2010 Cuma
johnny cash
http://fataliyev.blogspot.com/
11 Şubat 2010 Perşembe
bill murray
Filmlerde küçük rollerde (cameo) göründüğünde bile fark yaratıp adından söz ettirebilecek yegane aktördür Bill Murray. Depresif, umursamaz, suskun, farklı ve komik karakterleri canlandırdığı rollerde kendi kişiliğinin farklı yönlerini ustalıkla oyunculuğa döker. Verdiği ani tepkilerin çoğu doğaçlamadır. Yaptığı esprilerin çoğu kendisine aittir. İzleyiciyi gülümsetmesi için ne zaman “susup öylece durması gerektiğini” bilecek kadar mesleğine hakimdir.
Bu acayip adamın kariyeri, 1977’de Chevy Chase’in ayrılışı sonrası Saturday Night Live’da çıkmasıyla başlar aslında. Bu meşhur şov’da üç yıl boyunca yetmiş küsur bölümde döktürür. “Tootsie”, “Where the Buffalo Roam” gibi filmlerde oynar. Daha sonra sırf “The Razor’s Edge” adlı senaryosunu kendi yazdığı ve başrol oynadığı filmi çekebilmek için Columbia Pictures’ın Ghostbusters’da oynama şartını kabul eder. Ghostbusters ile dünyanın tanıdığı bir oyuncu olur. Altın Küre adaylığı yakalar.
The Razor’s Edge ise her açıdan bir başarısızlık olur onun için. Aynı yıl içinde hem müthiş bir başarı hem de büyük bir hüsran yaşayan Murray ortadan kaybolur. Şan şöhrete pek hevesli bir adam değildir; sıkıntılıdır. Sadece “istediği” işleri yapmak ister hep. Dört yıl boyunca Sorbonne’da felsefe ve tarih okur. Vaktinin büyük çoğunluğunu Cinémathèque française’de geçirir. Bu süre boyunca “Little Shop of Horros”daki küçük rolü hariç herhangi bir filmde rol almaz.
90’lı yılları, Bill Murray için iki müthiş komedi filmi ile özetleyebiliriz sanırım: “What about Bob?” ve “Groundhog Day”. Bu filmlerde canlandırdığı iki farklı “kendine has” karakterle sadık izleyici kitlesini yaratır. Çünkü o tek başına mizah akımı yaratan bir dahidir.
90’lı yılların sonunda tanıştığı Wes Anderson’ın yönetmenliğinde Rushmore, The Royal Tenenbaums ve Life Aquatic with Steve Zissou’da oynar. Yönetmenin farklı anlatım dili ile oldukça örtüşen oyunculuğuyla bu filmleri “adam eder”. 2000’li yıllarda ayrıca Jim Jarmush’un iki güzel filmi “Coffee and Cigarettes” ve “Broken Flowers”da da oynar. Hatta “Broken Flowers”da adeta şov yapar. Ama 2000’li yıllar onun için Lost in Translation’dır. Sofia Coppola’nın bu filminde canlandırdığı Bob Harris karakteri ile Altın Küre’yi kapar. Bir de Oscar adaylığı yakalar.
6 çocuklu bu acayip adamın kariyeri boyunca hiç menajeri olmamıştır. Kendisine ulaşmak isteyen yönetmen ve prodüktörler tek bir telefon numarasını arayıp dururlar. O numara da bir telesekreter mesajı ile açılır. Ve Murray, telesekreterini kırk yılın başı kontrol eden bir gamsızdır. Bu yüzden bir sürü önemli filmde oynama şansını kaçırmıştır. Ama bu durum çok afedersiniz onun sikinde bile değildir. Çünkü o sinema aleminin gördüğü en değişik, en başıbozuk aktördür. Bill Murray ayrıca sinemanın en kadri kıymeti bilinmemiş adamıdır. Bu da sikinde değildir. O hayatına bakar. Arada film çevirir o hayattan bize de biraz verir.
Sofia Coppola, Lost in Translation ile ilgili yaptığı bir röportajda Bill Murray’yi rol için her gün aradığını ama onun tam bir ay sonra kendisine döndüğünü anlatır. Bir buluşma ayarlarlar ve Murray daha sonra buluşmayı iptal eder. Coppola Murray’yi tekrar aramaya başlar fakat bu kez hiç ulaşamaz. Sonunda Murray ile aynı muhitte oturan Al Pacino’yu utana sıkıla arayıp şöyle der “Şey, Bill Murray’i tanıyor musunuz? Ben bir senaryo üzerinde çalışıyorum fakat ona bir türlü ulaşamıyorum...”
http://fataliyev.blogspot.com/
8 Şubat 2010 Pazartesi
fevkalade hizmet #5 : florence and the machine
Bu kız ve grubunu o kadar beğenerek dinliyorum ki, liseli bir ergen dürtüsüyle hiç bilinmesinler sadece bana özel kalsınlar istiyorum. Sırf bu nedenle aylarca blog'a haklarında bir şeyler karalamamak için mücadele ettim içimdeki "olmaz işler peşindeki adam" ile... Fakat "yeni dini iletişim olan günümüz küresel dünyasında" bu salakça isteğin gerçekleşmesi namümkün. Ve dahi son derece gereksiz. Öyleyse paylaşalım. Paylaşalım ki paylaştıkça çoğalsın (ne demekse).
Grup 2007 yılında kurulup çeşitli indie sahnelerde ve festivallerde çıkarak adını duyurmuş. Ben 2009 yazında yayınladıkları ilk albümleri "Lungs" ile haberdar oldum kendilerinden. Grubun esas kızı Florence Welch, Londra'lı 24 yaşında bir hatun. Harika bir sesi var ve bu sesi inanılmaz kullanıyor. Grubu da başarılı müzisyenlerden kurulu; yaptıkları müzik oldukça renkli ve özgün. Bu durum Florence'in vokal kalitesini çok daha fazla ortaya çıkarıyor. O güzel ses, boktan bir pop müziği altyapısına oturmadığı için seviniyor insan dinlerken. Şarkıları indie rock, elektronika ve soul arasında gidip geliyor. Onlar türler arasında gidip gelirken dinleyenler de halet-i ruhiyeden halet-i ruhiyeye atlıyor. Yaptıkları müzik derin mi derin. Florence kızımızın sesi içli mi içli. Gelecek için çok daha fazlasını da vaadediyorlar kanımca.
Lungs çoğu alternatif/popüler müzik dergisi tarafından 2009'un en iyi albümlerinden biri olarak gösterildi. Benim de "tüm şarkıların güzel olduğu albümler" listeme ha girdi ha girecekler. Bakayım; evet evet şu an girdiler.
Ha bir de Florence'ın değişik bi' güzelliği var be birader...
http://fataliyev.blogspot.com/
5 Şubat 2010 Cuma
efsane albüm kapakları - 9
http://fataliyev.blogspot.com/
4 Şubat 2010 Perşembe
enstelasyon
3 Şubat 2010 Çarşamba
piizci gılgamış
Tarihte birayı bulan ilk uygarlık olan Sümerler`e göre bu tahıl ürünü mucizeyi onlara tanrıça Ninkasi armağan etmiştir. Bu yüzden Sümerler`in tanrılara sundukları armağanların başında bira gelir. Aşağıda internetten çalıp çırptığım bir yazıda Sümer mitolojisinde biranın yeri vurgulanmış. Okuyalım:
"Zamanın yeni başladığını hayal edin, Sümerler’lesiniz.
İnsanlarla tanrılar birlikte, sorunsuz bir yaşama doğru ilerliyorlar. İlk insanlardan biri, Gılgamış, hayatın tadını çıkarmasını bilen bir kişi. Buna karşılık, dağlarda yabani hayvanların büyüttüğü Enkidu bir barbar, vahşi bir yaratık. Aynı zamanda Enkidu, tanrılar tarafından Gılgamış‘a karşı gelsin, onu yensin diye yaratılmış yarı canavar yarı insan bir yaratık.
Enkidu‘nun nasıl biri olduğunu merak eden Gılgamış ona bir fahişe gönderir. Sonuçta fahişe Enkidu‘ya dünya düzenini öğretir. “Enkidu, ekmek ye! Bu, yaşamın koşuludur! Bira iç! Bu, ülkenin göreneğidir!” der ona.
Enkidu, doyuncaya dek ekmek yer. Yedi küp bira içer. İçi açılır, neşe bulur. Yüreğine açıklık gelir, yüzü parlar. Kıllı, pis gövdesini sıvar, Sümer gelenekleri uyarınca kendi kendini yağlar ve insan olur…
Temizlenip paklanarak, ekmek yiyip bira içerek insanlar arasına giren Enkidu ile Gılgamış önce dövüşürler, ardından dost olurlar. İki arkadaş birlikte türlü maceralara atılırlar, canavarları öldürür, giderek güçlerinin doruğuna ulaşırlar. Sümer tanrıçası İştar‘ın gözü bu ikilinin üzerindedir. Gılgamış ise tanrıçayı küçümser. Tanrılara meydan okumanın, insan soyu için büyük bir yanlış olduğunu hemen görürüz.
İştar, Gılgamış ve Enkidu‘yu öldürmek için Gökyüzü Boğasını gönderir. Ama Gılgamış, Enkidu‘nun yardımıyla boğayı boğazlayıp İştar’a seslenir: “Seni elime geçirseydim, seni de böyle yapardım, boğanın bağırsaklarını da koluna asardım.”
Bunun üzerine büyük tanrılar toplanıp bu rezilliğe bir son vermeyi kararlaştırırlar. Tartışmalar sonunda Gılgamış‘ın yaşaması, Enkidu‘nun ise ölmesi çözüm olarak kabul edilir ve karar uygulanır. Böylece ölümsüz dünyada ilk kez bir insan ölmektedir. Tanrılarla insanların yolları artık ayrılmıştır. Gılgamış ebedi hayatı tekrar yakalamak üzere yollara düşer, ama boşunadır. İnsanoğlu için artık ölümden kurtuluş yoktur. Bilgeler ona durumu açıklarlar: “Tanrılar insanlara ölümü verip yaşamı kendi ellerinde tuttular.” Sonra da ebedi hayatın sırrını boş yere aramamasını öğütleyip, nasıl davranması gerektiğini ona şu cümleyle özetlerler: “Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir! Her gün şenlik yap! Hora tep, oyna.” Gılgamış da böyle yapar. Tanrı armağanı biranın yardımıyla yaşam sanatını keşfeder…"
2 Şubat 2010 Salı
çizgi roman ve propaganda
Bu resmi peşrev. Şimdi gelelim esas anlatmak istediklerime:
Yıl 1940... Amerika daha savaşta dahi değil. İki hıyarto, önüne geleni tepeleyen bir milli çizgi roman kahramanı yaratmaya karar veriyor. Düşünüyor taşınıyorlar bu milli-man'e deneyli sikko -formüllü falan bir "süper asker" hikayesi ve arka planı yazıyorlar. Kıyafetini USA bayrağının renkleri ve şekillerinden (stars and bars) tasarladıkları kahramana bir de hiç kimsenin aklının ucuna dahi getiremeyeceği(!) bir ad veriyorlar: Captain America !!
1941 yılında ilk sayı bu kapakla yayınlanıyor:
Captain America'nın neden bu kadar güçlü olduğunu merak mı ediyorsunuz? Elbette amerikan hükümetinin çok gizli süper asker projesinde ürettiği mucize formül "X-524-Mahmut" sayesinde! Bakınız Rogers'ın çelimsiz vüc'udu nasıl da serpiliyor büyüyor!" :
Not: Bu sayı yayınlandığında tam 1.000.000 adet satmış (yazı ile bir milyon)
http://fataliyev.blogspot.com/